Hafıza Oyunu
Affan Dede’ye para saydım, sattı bana çocukluğumu…
Artık ne yaşım var, ne adım; bilmiyorum kim olduğumu…
Hiçbir şey sorulmasın benden; haberim yok olan bitenden…
Bu bahar havası, bu bahçe; havuzda su şırıl şırıldır…
Uçurtmam bulutlardan yüce, zıpzıplarım pırıl pırıldır…
Ne güzel dönüyor çemberim; hiç bitmese horoz şekerim!
Çok zorlayarak hafızamızı; belki ucundan hatırlayıp gülümseyeceğimiz ama çoğu zaman bize çok uzak görünen bir zamana yolculuk yapalım mı? Çocukluğumuza dönelim. Çocukken nasıldık hatırlayalım. Bir hafıza oyunu kuralım. Yaşımız kaç olursa olsun oyun bizim hakkımız…
Ne yapardık biz çocukken?
Durup gökyüzüne bakardık mesela. Bulutlara… Bazen evimizdeki halının şekillerine bakardık dakikalarca. Hayal kurardık. Bulutlar kimi zaman koyun olurdu, kimi zaman elma… Halının üzerinde masallar hayat bulurdu. Saatlerce şekiller oynaşır dururdu. Çocuk olmak hayal kurmaktır çünkü. Şimdi içimize bir baksak; belki de o hayalperest çocuk kalbimizden bize doğru bakıyordur…
Uzaktan geçen bir helikopter, uçak ya da gemi gördüğümüzde el sallardık mesela. Kaptanın ya da pilotun da bize el salladığına inanıp mutlu olurduk. Öyle saf öyle samimiydik. Ta ki birisi bize mantıklı olmamızı, bizi göremeyeceklerini söyleyinceye kadar… Oysa biz çocuk bakışlarımızla ufak mutlulukların değerini yetişkinlerden çok daha iyi bilirdik. Şimdi ne kadar mutlu olabiliyoruz acaba?
Sokakta ölmüş bir kuş gördüğümüzde; onu alır gömer, bir de tören yapardık mesela. Nasıl ve ne şekilde öldüğünü bilmeden onun için üzülürdük. Çocuk olmak hiçbir şeyin yanından öylesine geçip gitmemektir çünkü. Bir salyangoz gördüğünde önünden ayrılamamak, sevinç çığlıkları atmaktır. Bir yerlere yetişmeye çalışırken güzellikleri kaçırmamaktır. Peki, yetişkin olmak gerçekten bu güzellikleri görmemek veya es geçmek midir? Yoksa “çocukluk etme” diye kendimize buyurduğumuz bir zorlamanın gereğini mi yerine getirmektir?
Tencerenin dibinde arta kalmış pudingi bütün yüzümüzü kaplayacak şekilde yer, yağmur sonrası biriken sularda her tarafımızı ıslatarak zıplardık mesela. Bu coşkumuzu asla başka insanların ne düşünebileceği üzerine sınırlamazdık… Ta ki bir büyüğümüz bizi uygun davranmamız konusunda uyarana kadar. Sanırım hayata dair coşkumuzu da yetişkin oluncaya kadar böyle kaybettik. Ve sonrasında da içimizdeki çocuğu daima dizginleyip susturarak coşkumuzu kalbimize gömdük. Üzerini ıslattığı için çevresinden azar işitmeyen şanslı bir grup azınlığa imrenerek bakarak…
Parkta bir çocuk gördüğümüzde saniyeler içinde onunla can ciğer arkadaş olurduk mesela. Arada kavga eder küserdik sonra saniyeler içinde tekrar barışırdık. Çocuk olmak hesapsız ve çıkarsız olmaktır çünkü. Bir adım atarken karşındakinden kötülük gelip gelmeyeceğini hesaplamak zorunda olmamaktır. En önemlisi de tertemiz bir vicdana sahip olmaktır. Kötülük düşünmeyen biri vicdanını nasıl kirletebilir ki? Peki, sonra ne oldu ki bize… Çok mu hesaplı davranmaya başladık? Yoksa herkes birbirine hesaplarla yaklaşmaya başladığı için mecburen bir koruma kalkanı mı oluşturduk? Hangisi olmuş olursa olsun; iç huzuruyla, birisine samimi şekilde el uzatmayı yetişkinlikte unuttuğumuz bir gerçek. Kendi kurduğumuz bu dünyadan memnun muyuz acaba?
Hatırlıyor muyuz düştüğümüzde sadece dizimiz acıdığı için ağladığımız günleri? Yoksa bu saflığı, doğallığı, içtenliği, kaygısızlığı ve hesapsız çıkarsız olmayı tamamen sildik mi kalbimizden ve aklımızdan?
Belli ki büyümek değil aslında konumuz. Konumuz… Büyürken unuttuklarımız…