Kayıp…
“Başımı yastığa yeni koymuş gibi kalktım bugün yataktan. Çok garip… Sanki henüz az önce uyumak için yatağa uzanmış gibi hissediyorum kendimi. Oysa on saattir uyuyormuşum. Yine uyanmanın pek anlamlı olmadığı bir sabah, göz kapaklarımın da açılmak konusundaki düşünceleri aynı… Fazla uyumak düşünmemek için iyi oluyor ama yarattığı bu vücut ağırlığı insanı zorluyor. Sanırım uyudukça daha fazla uyumak istiyorum.”
Kendi kendime konuşmaktan vazgeçmem lazım diye düşündü tüm bunları sesli olarak söylediğini fark ettiğinde. Alışkanlık haline gelmişti. Evde sorun olmuyordu ama sokağa çıkıp insan arasında karıştığında deli gibi bakıyordu insanlar kendisine.
“Ama arada sesli konuşmam da lazım” dedi yüksek bir sesle. Sesi karşı duvara çarpıp kendisine geri döndü. “Yoksa sesimi unutacağım. Yeterince yabancı artık zaten bana…”
Bir süredir hayatının asla onu terk etmeyen bir parçası haline gelen baş ağrısı yine can yoldaşı olarak yanındaydı.
“Nasıl oluyor da uyurken bile başım ağrıyor anlamıyorum” dedi kendi kendine…
Aldığı ağrı kesici dozajı ne kadar artarsa artsın da kesilmiyordu. Giderek ağırlaşan başını taşımakta zorlanan boynunu sağa ve sola hareket ettirerek rahatlatmaya çalıştı ama pek fayda etmedi. Sırtından ve boynundan gelen sesler evdeki sessizliği bozdu. Vücudundaki ağrıları dinlemekten sıkıldı.
“Belki yüzümü yıkarsam kendimi daha iyi hissederim.” – “Evet, bence de. Baksana gözlerinde biriken çapaklardan gözlerini açamaz hale gelmişsin…”
Cevap da mı veriyorum artık kendime?
Musluğun soğuk tarafını açtı. Ellerine doldurarak yüzüne çarptığı soğuk su iyi gelmişti. Su sadece temizlik değil, yeniden doğmak gibi geldi. Yeniden doğmak duygusu bir anda kulağına harika geldi. Öldüğünde yeniden doğacağına inanan insanlardan değildi. Şu andaki bilincimle yeniden doğmayacaksam bu hayatı bir daha yaşamanın ne anlamı var ki diye düşündü. Herkesin onu sevip aradığı günlerde, bir gün gelip de böyle düşüneceğini söyleseler hayatta inanmazdı.
Kafasını kaldırıp uzun süre sonra aynada gözlerine baktı. Bir zamanlar içinde yıldızlar uçuşan gözleri ne zaman bu kadar boş ve karanlık bakmaya başlamıştı acaba. Hiç heyecan ve umut taşımadığını fark etti. “Meğer gözlerim de ruhum gibi ilgiden besleniyormuş, çok zavallıca gerçekten” dedi kendi kendine… “Sadece insanların varlığında bir değerim varmış.”
Ellerini yüzünde gezdirmeye başladı. Gözlerinin çevresinde ufak tefek kırışıklıklar gördü. Yaşıma göre çok iyiyim diye düşündü. Yüzüne kocaman samimiyetsiz bir gülüş kondurdu. Beş yıl kadar önce yaptırdığı bembeyaz porselen dişler ruh hali ile uyumsuzdu. Dudaklarını geriye doğru çekerek dişlerini ve diş etlerini tamamen ortaya çıkardı. Bir yandan da gözlerini büyüterek kendisine bakmaya devam etti. Aynada yüzüne değil iskeletine baktığını fark etti. Hemen şimdi burada bir şey olsa ve ölsem acaba beni kaç günde bulurlar ki diye düşündü.
Bunları düşünürken göğüs kafesinin ortasında bir düğüm oluştuğunu hissetti. Burnu sızladı ve istemsiz olarak gözyaşları doldu gözlerine. Sabah sabah olacak iş değildi de son zamanlarda çok fazla olmaya başlamıştı. Henüz ellili yaşlarında olmasına rağmen bu bedbaht duruş kendisini çok yaşlı hissetmesine sebep oluyordu. Bu güçsüzlük bana hiç yakışmıyor diye düşündü. Üzerimi değiştirsem dedi ama vazgeçti. “Sabah güneşi vurmuştur. Çiçeklerim kurumadan onlara su vermem lazım.”
Ayaklarını yerden kaldırmaya bile üşeniyordu aslında. Topuklarının zoruyla kendini salona sürükledi. Çiçeklerini görmek iyi geldi. Belki bir de kedi sahiplenmeliyim diye düşündü. Onunla sohbet edebilirim. Hem de birbirimizi severiz. Çiçeklerimin beni sevdiğini biliyorum. Kedim de sevecektir beni. Evde bir sevgi ortamı yaratmak konusunda kararlı düşüncelere dalarken bir yandan da ne kadar da korktuğunu fark etti.
“Çiçeklerim ve kedim de beni onlara yemek ve su verdiğim için mi severler acaba? İnsanlar gibi… Bir zamanlar gözümün içine bakıp ne kadar çok severlerdi beni. Hangi zaman diliminde bu kadar değersizleştim ki ben… İnsanlar şimdi beni hatırlamıyorlar bile. Duvarda asılı bu takdirlerin, büfe üzerine sıralanmış onca ödülün, yüzlerce insanla çekilmiş fotoğrafların, koyacak yer kalmadığı için oraya buraya sıkıştırılmış hediyelerin hiçbir değeri kalmadı işte…”
Oysa birkaç yıl öncesine kadar ne kadar değerliydi. Çevresinde yüzlerce insan onunla konuşmak, vakit geçirmek için gözlerinin içine bakıyordu. Şimdilerde arada sırada bir şeyler satmak için arayan şirketler ya da bankacılar dışında çalmayan telefonu o zamanlar hiç susmuyordu. Aynı anda birden fazla insan arayıp görüşmek istediğinde kimin yanına gideceğini şaşırırdı. Nasıl da çok üzülüyormuş gibi yaparlardı aralarından birini seçmek zorunda kaldığında. O zamanlar bunu büyük bir sevgi sanarak ne büyük aptallık etmişim diye düşündü.
Sahi… Sevgi neydi ki? Kaybolur muydu kendiliğinden? Bir dakika senden ayrı kalsam nefes alamıyorum diyen bir sevgilisi de vardı üstelik o zamanlar. “Nasıl nefes alıyor şimdi acaba…” diye söylendi kendi kendine…
Bir zamanlar kendisine gösterilen ilgileri kendisine verilen büyük değer olarak gördüğü için kendine kızdı. Sonra büyük bir acıma hissi doğdu. Kendine acıyordu evet.
Samimiyetsiz, anlık ilgileri gerçek sanarak asla değeri düşmeyecek bir altın gibi hissettiği o yıldızlı günler çok geride kalmıştı. “Bana sadece ben olduğum için değer veren bir kişi bile olmamış…”
Canı sıkıldı. Mutlaka bir kişi olmalıydı. Bu düşüncelerle eline aldığı telefonun rehberini açtı. İsimleri sırasıyla geçmeye başladı. Kendisini özleyen, gününü paylaşacağı, değerli hissettirecek birisi mutlaka vardı. Sadece şu anda aklına gelmiyordu. O zamanlar belki de kimseyi aramak zorunda kalmadığı için diğer insanlardan ayırt edememişti.
Sırayla isimleri tek tek aramaya başladı. Birkaç kapalı ve birkaç açılmayan telefondan sonra ancak birilerine ulaşabildi. “Keşke onlar da açmasaydı…”
- Kimsiniz? Yok tanıyamadım. Nerden demiştiniz?
- Ay canım nasılsın? Evet uzun zaman oldu görüşmeyeli haklısın. Tabi tabi ben de görüşmek isterim ama bu ara nasıl yoğunum sana anlatamam. Ama sen yine ara. Görüşürüz mutlaka…
- Vay… Hangi dağda kurt öldü efendim? Hiç aramazdın sen beni, para falan lazımsa bak baştan söyleyeyim bende de yok.
- Ya ya evet çok güzel günlerdi. Beni içeriden çağırıyorlar canım şimdi kapatmam lazım. Haydi bye…
Kaçıncı aramaydı saymamıştı ama zaten dipte hissettiği ruhunu daha dibe sürüklemeye yetmişti. Bu telefona sahip olmamın da bir anlamı yok dedi kendi kendine. Hızla karşı koltuğa savurdu. Telefon koltuğun üzerinden sekip halıya düştü. “Günlerce orada kalsa fark etmem herhalde” diye söylenirken kulağına bir telefon sesi geldi. Çalanın kendi telefonu olduğunu anlaması birkaç dakikasını aldı.
Koşarak aldı telefonu. Ekranda az önce aradığı ama ulaşamadığı isimlerden birini gördü. Bir an heyecanlandı ve tereddüt etti. Sonra telefonu açtı…
Sesi kendine yabancı ve kısık çıkmıştı
- Aaayça, merhaba…
- Merhaba Mehmet. Çok çalınca açmayacaksın sandım tam kapatıyordum. Müsait değilsen sonra konuşalım.
Telefonun kapatılması ihtimali yüreğini sıkıştırdı.
- Yok… yok… sakın kapatma. Telefon uzağımdaydı. Yetişemedim.
- Tamam o zaman. Nasılsın?
Nasıldı? Ne demeliydi ki? Klasikleri bozmamalıyım diye düşündü.
- İyiyim. Sen nasılsın?
- Sağ ol. Ben de iyiyim. Uzun zaman oldu. Hayırdır?
Gerçekten “Hayırdır?” neden aramıştı ki Ayça’yı. Alfabenin ilk harfi olmasından geliyordu bu başına. Çok kısa bir tanışıklıkları olmuştu. Kısa bir de kahve arasında sohbet etmişlerdi sanki. Telefonunu bile neden aldığını hatırlamıyordu.
- Sustun… Yıllar geçti tabi. Yanlışlıkla mı aradın acaba beni? Benimki de laf yani. Nereden hatırlayacaksın… Ama güzel sohbet etmiştik seninle on dakika kadar. On dakikada iki yabancı ancak bu kadar dertleşebilirdi doğrusu. Ben hiç unutmadım.
Midesinde kozasını yırtarak kanatlanan kelebekler ciğerlerini yırtarak ağzından dışarı çıkmaya başlamıştı. Kulaklarına inanamıyordu. Sohbetini… sadece sohbetini sevmişti. Sohbetine değer vermişti. Sohbeti değerliydi…
- Neyse canım nereden hatırlayacaksın benim de laf işte. Yanlışlıkla aradın muhtemelen. Kapatıyorum ben. Hoşça kal…
- Dur dur… Kapatma ne olur.
Panikle sesi yüksek çıkmıştı. “Benim de bir sohbete çok ihtiyacım var.” diye fısıldayabildi.
Hızlıca randevulaştı. Kaybedecek vakti yoktu. Hemen kendini toparlaması lazımdı. Üzerine kalıp gibi oturmuş, günlerdir çıkarmadığı kıyafetleri sökerek çamaşır sepetine attı. Koşarak duşa attı kendini. Şarkı bile söylemek geldi içinden. Küçük küçük mırıldandı. Sesini beğenmedi. Ama olsundu… içinden geliyordu ya işte…
Bir yerlerde parfümü olmalıydı. Buldu, bol bol sıktı. Kıyafet seçip giyerken bayramlıklarını ilk gün giyen çocuklar gibi hissetti kendini. Aynaya baktı. Çizgiler kaybolmuştu. Yüzündeki gülümseme sıcacıktı… Kendini beğendi. “Hazırım…”
Apartman merdivenleri koşarak indi. Sokak kapısını açtığında yüzüne ılık bir meltem çarptı. “Meğer hava ne kadar güzelmiş…”
Kuşlar ne güzelmiş… Yollar, insanlar, çocuklar, kaldırım taşları ne güzelmiş…
Ben de varım işte ya…
“Ben de değerliyim işte be” diye bağırdı…
Delirdiğini düşünerek kendisine korkulu ve şaşkın gözlerle bakan kimseye aldırmadan yürüdü.
Aslında yürümüyordu, uçuyordu…